osmanlı Teması
RSS
Siteye Giriş Favoriler
  • Büyük Tutkular Yeteneğinide Kendisi Yaratır.(Fatih Sultan Mehmed Han)
  • Davamız Kuru Bir Cihangirlik Davası Değildir Davamız Bilakis İslam Davasıdır(Ertuğrul Gazi)
  • Osmanlılar Kainat Tarihinin Gördüğü En Büyük İmparatorluklardan Birini Kurdular.
  • Osmanlı Başarısının İki Sebebi: Devlet Teşkilatında Mükemmellik Ve Askeri Teknikteki Üstünlük İdi.
  • Osmanlı Başarısının Asıl Sebebi: Adalet Düzenindeki Üstünlük Ve İnsaniliktir.
  • Osmanlı Bu Gün: Dünyanın Geri Kalan Devletleri Toplam Gücü Üzerinde Bir Kudrete Sahiptir.

Sultan Abdulhamid Han i II

Sultan Abdulhamid Han i II Devamı
Sultan Abdulhamid Han i II Devamı


Mevcudu on beş bine varan Hareket ordusu, 24 Nisan’da Topkapı ve Edirnekapı’dan şehre girerek yol üzerindeki askerî karakolları teslim aldı ve Harbiye nezâretini işgal etti. Taksim kışlasında ve Taşkışla’daki mukavemet, şiddetli top ateşi karşısında kırıldı. Bu arada Yıldız Sarayı’nın işgali sırasında sultan Abdülhamîd Han, mukâvemet etmek isteyen askerlere; “Ben halîfe-i İslâm’ım, müslümanı müslümana kırdırmam. Silâh çekmek isteyen ilk önce beni vursun sonra diğer asker kardeşlerine kurşun atsın” demek suretiyle çatışmanın önüne geçti. Fakat ülkenin en mükemmel ordusu olan Birinci orduya direnme emri verilseydi, derme-çatma olan Hareket ordusu bir anda dağıtılabilirdi. Pâdişâh’ın emrine boyun eğen askerler silâhlarını teslim ettiler. Böylece 25 Nisan günü Hareket ordusu İstanbul’a hâkim oldu. Mahmûd Şevket Paşa, sıkıyönetim îlân ederek suçlu suçsuz bir çok insanı îdâm ettirdi. Yüzlerce balkan çetesiyle saraya girerek, kıymetli eşyaları yağmaladı, İttihâd ve Terakkî hâkimiyetini devam ettirmek için İstanbul’da terör havası estirmeye başladı.

27 Nisan 1909 günü Âyân ve Meb’ûslar meclisi toplandı. Âyân’dan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, kürsüye gelerek, önceden kararlaştırıldığı gibi Pâdişâh’ın hal’ edilmesini teklif etmişti. Bu teklif kabul edildikten sonra, yine Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, hal’ karârının bir fetvaya istinâd ettirilmesi lüzumuna işaret etmişti. Hal’ fetvasının ilk müsveddesini meb’uslardan Elmalılı Hamdi Yazır hoca yazmıştı. Fetvada Sultan Abdülhamîd Han’a 31 Mart isyânına sebeb olmak, din kitaplarını tahrif etmek ve yakmak, devletin hazînesini israf etmek, insanları suçsuz oldukları hâlde îdâm ettirmek... gibi suçlar yükleniyordu. Meclis, bu fetva gereği Sultân’ı hal’ karârı aldı.

Nihayet, hal’ karârını Pâdişâh’a tebliğ için, Âyan ve Meb’ûsan’ı temsîlen bir hey’et seçilmiş ve Yıldız Sarayı’na gönderilmişti. Yıldız’a Sultan Abdülhamîd Han’a hal’ini tebliğ için gönderilen hey’etin teşekkül tarzı ise, Türk târihinin en yüz kızartıcı hâdiselerinden birisi oldu. Bütün Osmanlı tebaasını temsil etmesi gerektiği iddiası ile teşekkül olunan hey’ette tek bir Türk yoktu. Bunlar yahûdî Emanuel Karasso, arnavut Esat Toptanî, ermeni Aram Efendi ve Pâdişâh’ın uzun seneler yaverliğini yapmış olan katışık soydan Arif Hikmet Paşa idiler. Pâdişâh, hal’ karârını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu mâbeyn başkâtibi Cevâd Bey’e sorup öğrenince; “Bir Türk pâdişâhına, İslâm halîfesine hal’ karârını bildirmek için bir yahûdî, bir ermeni, bir arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?!” demekten kendini alamadı.

İttihâdçılar, o gece (27 Nisan 1909) sultan Abdülhamîd Han’ı İstanbul’dan çıkararak, kontrol altında tutabilecekleri bir yere nakletmeyi düşünüyorlardı. En emin yer; İttihâd ve Terakkî Cemiyeti ile Üçüncü ordunun hâkimiyeti altındaki Selânik idi. Bu suretle sultan Abdülhamîd Han, kendisine baş kaldıran Selanik Halkının ayağına getirilerek rencide edilecekti. Sultan Abdülhamîd, hemen o gece 38 kişilik maiyyetiyle trene bindirilerek hiçbir şeyini almasına izin verilmedi. Pâdişâh’a yolculuğunda üç kızı ile oğullarının ikisi refakat etti. Selanik’te Alâtini Köşkü kendisine tahsis edildi. Burada çok sıkı bir nezâret içinde acıklı yıllar geçirdi. Bu arada özellikle gazete okumasına asla izin verilmedi.

Sarayında bütün serveti yağmalanan Sultan, Selanik’te geçirdiği ızdırâblı günler sırasında, İttihâd ve Terakkî cemiyeti tarafından gönderilen telgrafla, yabancı bankalarda bulunan bütün nakit ve mevduâtına el koyabilmek için mâliye nâzırı Câvid Bey’e vekâletname vermeye zorlandı. Vaziyet hem ciddî hem vahim’di. Tasarruf, devlet adına yapılıyor, vâzıülyedlik hakkı (el koyma) orduya bırakılıyordu. Bu durumu Abdülhamîd Han hâtıratındâ şöyle anlatmaktadır: “Bu günler hayâtımın en elim günleriydi. Yalnız ben değil, çoluk-çocuğum da tazyik ediliyordu. Muhâfız subaylar, eğer istedikleri parayı ordu emrine vermezsem, köşkün Osmanlı donanması ile topa tutulacağını, hepimizin yok olacağını söylemekten çekinmiyorlardı. İstedikleri paranın bir kısmı tahvil, bir kısmı ise çocuklarının Ayrupa’da tahsili için Kredi Liyona bankasına yatırdığım elli bin lira idi. Memleketimden esirgeyeceğim hiç bir şeyim yoktu. Severek bu son üç-beş kuruşumu da verebilirdim. Fakat hayâtımız bile emniyet altında değildi. Bizi korumakla vazîfeli olanlar, bizi ölümle, topa tutmakla tehdîd ediyorlardı. Vekâletnâmeyi gönderen hareket ordusu kumandanı Mahmûd Şevket Paşa; “Öldüğün zaman bu para nasılsa elimize geçecek, bizi buna zorlama, gönül rızânla ver de elimizi kana bulamayalım” diyebiliyordu. Yanımda duran Fethi Bey’in yüzü sapsarı idi. Ona; “Getir vekâletnameyi imzâlıyacağım” dedim. “Böylece büyük Osmanlı Sultân’ı şahsî servetinden mahrum bırakılarak devlete ve hükûmete el açar duruma getirildi.

İkinci Meşrûtiyet’in başlangıcı, memleketimiz için büyük felâket ve ziyanlara sebeb oldu. 1911 (H. 1329)’da Trablusgarb’ı İtalyanlar işgal etti. 1912 (H. 1331)’de Balkan harbi bozgunu oldu. İki büyük kıta ile ilgimiz kesildi. Afrika’da bir milyon iki yüz bin; Rumli’de ise, iki yüz elli bin kilometre kare yerimiz elden gitti.

Sultan Abdülhamîd Han, Selanik’te üç yıldan fazla kaldı. Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne harb îlân etmesi üzerine, Büyük kabine denilen Gâzi Ahmed Muhtar Paşa kabînesi, sultan Abdülhamîd Han’ın Selânik’de muhafazası zorlaşacağından, İstanbul’a nakledilmesini kararlaştırdı. Sultan Reşâd da bu karârı tasdik etti.

1 Kasım 1912 günü Loreley vapuru ile İstanbul’a getirilen Hâkân-ı sabık, İkâmetine tahsis olunan Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirildi.

Sultan Abdülhamîd Han, Beylerbeyi Sarayı’nda beş buçuk yıl yaşadı. Bu müddet zarfında, otuz üç yıl dâhiyane bir denge siyâseti ile harp riskine sokmadan ayakta tutmaya çalıştığı devletin bir oldu-bittiye getirilerek Harb-ı umûmî felâketine sürüklendiğine şâhid oldu.

İngilizler ve Fransızların Çanakkale Boğazı’nı zorladıkları günlerdi... Boğaz istihkâmlarının dayanamayacağı ve düşman donanmasının Marmara Denizi’ne geçebileceğinden endişe edildiği için, bir tedbir olarak pâdişâhın ve hükûmetin Eskişehir’e nakli kararlaştırılmıştı. Durum Abdülhamîd Han’a bildirilince; “Ben Fâtih’in torunuyum. Hiç bir vakit Bizans imparatoru Kostantin’den aşağı kalamam. Dedem İstanbul’u alırken, Kostantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim nereye giderlerse gitsinler. Fakat o ve hükûmet, İstanbul’dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben Beylerbeyi Sarayı’ndan ayağımı dışarıya atmam!” diye cevâb verdi. Onun bu kararlığı karşısında hükûmet İstanbul’da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılmasını önlemiş oldu.

Abdülhamîd Han, Harb-i Umûmî’nin sonuna yaklaşıldığı 1918 yılının Şubat ayı başında hastalandı. Yetmiş yedi yaşında idi. Şiddetli bir nezleye tutulmuş, yaşlılığından dolayı yatağa düşmüştü. 10 Şubat 1918 günü akşamı vefât etti.

Sultan Hamîd’i tahtından indiren İttihâd ve Terakkî idarecileri sonunda memleketi düşman çizmelerinin altında bırakarak kaçtılar. Onun büyüklüğünü anlıyamadıklarını itiraf edip hayatlarını hüsranla bitirdiler. İlk olarak Enver Paşa, Talat Paşa, Doktor Behâeddîn Şâkir, Doktor Nazım 30 Ekim 1918’de Mondros mütârekesini imza ettikten bir gün sonra, gece yarısı memleketi terk ettiler. Talat Paşa 1921’de kırk dokuz yaşında Berlin’de, Enver Paşa kırk yaşında 1922’de Türkistan’da, Cemâl Paşa da 1922’de elli yaşında Tiflis’de öldürüldüler.

Abdülhamîd Han daha 30 Temmuz 1908’de, İttihâdçılar idareyi gasb ederken; “Türkiye’yi 10 sene idare edebilirlerse, bir asır idare edebildik diye sevinsinler” diyerek muhtemel neticeyi daha işin başında işaret ediyordu. Böylece koca devlet İttihâd ve Terakkî kelimelerinin taşıdığı mânânın tamamen zıddına yol aldı ve kısa zamanda dağılmış oldu.

Mâlî ve Kültürel Faaliyetler
Sultan Abdülhamîd Han büyük güçler arasındaki rekabet üzerine kurulan dış politikayı göz önüne alıp, zaman kazanarak devleti ekonomik bakımdan kalkındıracak gerekli reformları yapmak gayesini güttü. Ancak Tanzîmât döneminin borç yükü Pâdişâh’ın elini kolunu bağlıyordu. Siyâsî buhranların yanında devlet, maddî bakımdan güç durumda idi. Harpler, hazîneyi bitirmiş ve dış ülkelere milyonlarca borcun altına girilmişti. Abdülhamîd Han, pâdişâh olunca, devletin bütün borçlarını ödemeyi vâdetmiş ve sarsılan haricî itibârı bu şekilde düzeltme yoluna gitmişti. Alacaklı olan devletler ile 1 Eylül 1881’de İstanbul’da toplantı yapıldı. Görüşmeler sonunda anlaşmaya varıldı. Muharrem kararnamesi diye meşhur olan kararnameyle devletin borçlarının kısa yoldan Ödeneceği açıklandı. Pek siyâsî bir dehâ olan Sultan, alacaklı olan İngiltere ve Fransa’yı razı ederek, borçların mikdârını indirtti. Bu borçları tahsîl etmek için Düyûn-ı umûmiye idaresi kuruldu. Bu idareye, tütün, tuz ve ipek vergi gelirleri ile, damga pulu ve balık resimleri gibi bâzı vergileri toplama yetkisi verildi. Abdülhamîd Han, saltanatı boyunca, dış borçların büyük bir kısmını ödedi. Az mikdarda dış borç aldı. (Bkz. Düyûn-i Umûmiye).

Eğitim ve İmâr Faaliyetleri
Sultan Abdülhamîd Han’ın eğitim ve îmâr bakımından hizmeti büyüktür. Bunlar, onun dikkatle tâkib ettiği hususlardı. Sultan, hükümdarlığı boyunca en çok hizmet ve gayreti bu sahada yapmıştır. Onun bu faaliyetlerini düşmanları bile kabul etmiştir. Onun devri, ilmî, edebî, dînî yayınlar bakımından Osmanlı Devleti’nin en zengin ve verimli zamanlarından biridir. Matbaaların sayısı artmış; neşriyat faaliyeti fevkalâde gelişmiştir. Her ilim dalında yeni ve modern eserler basılmış, lügatler, ansiklopediler neşredilmiş, Türk lügatçiliği bugün bile o devrin çalışmalarını geçememiştir. Yaptırdığı ilk, orta, lise ve yüksek okulların bir hayli çok olduğu, devrinde çıkan ve hemen her sayısında yaptırılan mekteplerin resimlerine yer veren mecmualardan anlaşılmaktadır. Yine bu devirde yüksek payelerle taltif edilen ilim adamları dâima üstün tutulmuştur. Bunlardan Safvet ve Tunuslu Hayreddîn paşalarla, Ârifi ve Kadri paşalar sadrâzam olmuşlar; Cevdet Paşa, Akif Paşa, Abidîn Paşa, Giridli Sırrı Paşa, Vidinli Tevfik Paşa, Münif Paşa, Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, Sâdullah Paşa ve daha niceleri dâima devletin en yüksek kademelerinde hizmet görmüşlerdir. İlim, irfan ve edebî sahada hizmet verebilmeleri için kendilerine imkânlar tanınmıştır. Dâima himaye görerek eserlerinin, ilim âlemine; edebiyat dünyasına takdim edilmeleri te’min edilmiştir. Fakat edebiyat adı ile yıkıcılığı meslek edinenlerden bâzıları, ilim adına hiyânet yoluna sapmışlar, bir kaç eserin neşredilmemesini bahane ederek, sansür yaygaralarını koparıp istibdâd iftiralarında bulunmuşlardır. Yapılan araştırmalar, bunların gerçekle ilgisinin bulunmadığını ve iftira olduğunu “ortaya çıkarmıştır.

Sultan Abdülhamîd Han, memleketin her köşesine okullar yaptırarak, eğitim ve öğretimin sıkı bir şekilde yapılmasına gayret sarfetmiştir. Basra, Bağdâd, Musul, Haleb, Suriye, Beyrut, Kudüs, Hicaz, Yemen, Bingâzi ve daha pek çok yerde ilk, orta, lise ve yüksek okul yaptırmıştır. Anadolu ve Rumeli’de yaptırdığı orta ve yüksek mekteplerin mikdârı bir hayli kabarıktır. Bunlardan bir kısmı günümüzde de öğretime devam etmektedir.

Kaliteli eleman, me’mur yetiştirmek üzere açtığı yüksek okullardan bâzıları: Mekteb-i Mülkiye, Güzel San’atlar Akademisi, Yüksek Ticâret Mektebi, Hukuk, Yüksek Mühendis Mektebi, Bursa’da İpekçilik Mektebi, Halkalı Zirâat ve Baytar Mektebi, Yatılı Kız Lisesi, Mülkiye Lisesi, Üsküdar Lisesi, Mâden Arama Mektebi, Fen ve Edebiyat Fakülteleri, Dilsiz ve Sağırlar Mektebi. Bir çok vilâyetlerde dârülmuallimînler ve bunlar gibi pek çok mektepleri hep sultan Abdülhamîd Han yaptırmıştır.

Askerî Tıbbiye’den çıkan hekimlerin staj yapmaları gayesiyle, 1898 senesinde Viyana’dan başka bir yerde eşi bulunmayan Gülhâne Tabâbet-i Askeriye Tatbîkât Mektebi kuruldu. Bu okulun kurulması için Bonn Üniversitesi cerrahî profesörü Robert Rieder, paşa ünvânıyla getirildi. Her bölümün laboratuvarları en yeni âlet ve makinalarla teçhiz edilmişti.

Bu laboratuvarlara her talebe için birer mikroskop konulmuştu. Avrupa’dan getirilen seçme profesörlerin yetiştirdikleri hekimler, daha sonra tıb fakültelerinde hocalık yaparak gençlere modern tıb bilgilerini öğrettiler ve değerli mütehassıs hekimler yetiştirdiler. 1903 senesinde Haydarpaşa Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne ve bunun denetimi altında ve tıb yanında bir de ecza sınıfı bulunan Şam Tıbbiyesi açıldı.

Hastahâneler, klinikler, modern tıbbî âlet ve edevat hep bu devirde yaptırılmıştır. Kendi parasıyla yaptırdığı Şişli Etfal Hastahânesi, bir kısım masraflarını kesesinden karşıladığı Darülaceze, bunların en mühimlerindendir. Beyoğlu Kadın Hastahânesi yine onun eseridir. Mehmed Fahri Bey, Besim Ömer, Asaf Derviş, mîralay Remzi, Ziya Nuri, mîralay Mehmet Şâkir Bey, Mazhâr Osman gibi doktorlar bu devrin meşhur simaları arasındadır. Bunlar gibi daha yüzlerce tabib ve mütehassıs, Avrupa ve dünyâ tıb çevrelerinde söz sahibi idiler. Herbiri İstiklâl harbinde hizmet görmüşler, sonradan kurulan tıb fakülteleri ve yetişen elemanlar, bu devirde yetişen ilim adamlarının eseri olmuştur. Ayrıca, yüksek okullara talebe yetiştirmek üzere ilk ve orta öğretime çok önem verdi. Bütün vilâyetlere batı tarzında okullar açtırdı. İbtidâî ismi verilen ilk mektepleri köylere kadar götürdü. Rüşdiye yâni ortaokullardan itibaren yabancı lisan öğrenimi mecburî tutuldu. Memleketin çehresi değişti, kültür seviyesi yükseldi. Ancak bu mekteblerde yetişen kültürlü genç neslin büyük kısmı Çanakkale savaşlarında şehîd oldu.

....
Devamını görmek için lütfen giriş yapınız veya Üye Olunuz.


Geri
Henüz yorum yapılmamıştır.

Oylar:
Average members rating (out of 10) : Henüz Oylanmamış   
Votes: 0